6 Aralık 2007 Perşembe

Şehir Milliyetçileri

Bir çocukluk arkadaşım daha askere gidiyor. Bu vesileyle bir kez daha ne kadar büyümüş olduğumu hatırlamış oluyorum. Orta 1’e gittiğini daha dün gibi net hatırladığım insanlar askere gidiyor, bir başkası “abi bak çocuğum oldu” diyor oysa aynı adamla daha dün su bombası yapıp camdan kızların kafasına isabet ettirmeye çalışıyorduk. Hayat en hızlı koştuğunu bildiğim atletten daha hızlı koşuyor.

Aykan’ı uğurlamaya Bursa’ya gittik. Gerçi gittiğimizde daha askere gitmesine 11 gün vardı ama olsun. Aykan ve ailesinde askere giden tüm ailelerde olduğu gibi bir endişe var. Gerçi Aykan çok da çaktırmıyor ama “Kötü bir yer olur mu? Uzun dönem gider miyim?” gibi sorular - doğal olarak – Aykan’ın zihnini kurcalıyor. Umarım diğer tüm asker adayları gibi istediğin yer olur...

Başlı başına ayrı bir post konusu olan 21 saatlik Bursa macerasında Aykan bir soru sordu: “Ee Bursa nası?” O noktada bana bir şey dank etti. Bazı şehirlerde oturan bazı şehir milliyetçisi arkadaşlar var. Bunlar nereye gitse, yeni kimle tanışsa yaklaşık 30 dakika içerisinde kendi şehrinin ne kadar muhteşem olduğunu, o anda bulunduğu şehrin ne kadar dandik olduğunu anlatmaya başlar. Kafanızı balon gibi şişirir. Bir tahmin alalım? Evet doğru tahmin ettiniz bunlar İzmir’li ve İstanbul’lular...

İstanbul’un ve İzmir’i ne kadar güzel olduğunu anlatmama gerek yok 1’inde yaşıyorum öbürünü de 1 – 2 kez gördüm, kardeşim yaşıyor vs. Fakat bu tutum gerçekten çok sıkıcı. Şahsen bir şehri ‘güzel’ kılan yegane özelliğin, o şehirde sizin için çok önemli olan insanlar bulunması ve o şehrin ‘yaşanırlığı’ olduğunu düşünüyorum. Bu özellikler sağlandıktan sonra dünyanın her noktası benim için güzel olabilir. Dünyanın en güzel şehrinde yapayalnız olduktan sonra veya şehrin en güzel yerinde oturup oraya gitmek için her gün 4 saat yol yapıyorsanız aslında yaşamıyorsunuz demektir.

İzmir’li ve İstanbul’lu şehir miltanı arkadaşlarınızla sohbet ederken – özellikle Ankara’lıysanız - duyacağınız şudur: “Ankara mı ıyyyy memur şehri.” Birisine dayanamayıp sormuştum Ankara’yı ne zaman, nasıl gördün diye. Kendisi kuzeninin düğünü için 2 günlüğüne kaldığını söylemişti! Akraba düğününe gelip de 2 gün boyunca sürekli akrabalarla takılıp, düğünde göbek atıp evine dönen bir insanın gerçekten bu olay Nice'de geçse bile orayı beğeneceğini zannetmiyorum.

Şirket içinde eğitimde bir masaya oturmuştum. Masadakiler 1.5 aydır tanışan iş harici de görüşen tiplerdi (Hepsi İstanbul dışında oturup büyümüş, iş/üniversite için İstanbul’a taşınmışlardı). Konu 3 İzmir’linin de etkisiyle (toplamda masada 7 kişiyiz) İzmir’in ne kadar harika bir yer olduğuna, Ankara’nın İstanbul’un ne kadar boktan olduğuna geldi. Bundan sonra bir başkası sözü aldı Ankara’nın gri bir memur şehri olduğunu, içinin bayıldığını falan anlattı. Hepsi mutlu bir şekilde onayladılar. Bunu diyen insanın 22 yaşına kadar Samsun’da yaşamış olması ve sonradan ortaya çıktığı üzere Ankara’ya babannesinin yanına bir kaç kez 5 günlüğüne gittiği, bu kolektif onay durumunu değiştirmedi.

Böyle bir durum var. Herkes Ankara’ya, İzmir’liler de hem Ankara hem de İstanbul’a laf atarak aslında İstanbul’da nasıl süründüklerini unutmaya çalışıyor sanırım. Hepsi Ankara’yı yerin dibine batırdıktan sonra sanki az önce güzel bir dilim çikolatalı cheese – cake yemişçesine mutlu bir ifade takındılar ve hemen nasıl trafikte süründüklerine geldi konu. Böyle bir tezat olamaz sanırım.

Taze taze yaşadığım bir olay var. Dün sabah işe gitmek için bir otobüse koyunlar gibi sıkış tepiş bindikten sonra ön tarafa doğru akbillerimizi uzattık (otobüs o kadar doluydu ki anca arka kapıdan binebildik). Benden 1 durak sonra binen 2 kızın uzattığı öğrenci pasolu akbiller geri gelmedi. Baya birileri cebe attı akbilleri. Kızlar sırasıyla düzgün/kızgın/bağıran/ağlamaklı şekilde akbillerini defalarca rica ettiler. Kimse sesini yükseltip “ya versenize akbilleri” demedi. Şoföre kenara çekin, akbiller bulunana kadar devam etmeyin diyecek oldum (bu arada önlere kadar ilerlemiştim) adam öyle bir baktı ki bana sülaleme küfretse daha iyiydi. Böylece daha ay başında yeni doldurulan akbiller uçmuş oldu. Şimdi dilekçe ver uğraş dur yeniden akbil çıkar...

İkinci vaka gazeteden. Şu linkten detayını okuyacağınız bir intihar vakası. Alıntı yapalım:

2 yıl önce art arda anne ve babasını kaybeden Ayça İpek Büyükakbaş (27), geçen yıl da eşinden boşanınca bunalıma girdi. Yakın zamanda yeni bir ilişkiye başlayan Büyükakbaş, önceki akşam bindiği Üsküdar-Beşiktaş motorunda telefonla konuştuğu sevgilisiyle tartışmaya başladı. Bir anda gözyaşlarına boğulan Büyükakbaş, teknenin arka kısmına geçti. "Sana bunu yaşatmak istemezdim" diyen genç kadın, motordaki onlarca yolcunun önünde montunu, ayakkabısını çıkardı, çantasını yere bıraktı ve şaşkın bakışlar arasında kendini İstanbul Boğazı'nın karanlık sularına bıraktı. Tüm bu süre içinde genç kadına hiç müdahale etmeyen yolcular iş işten geçtikten sonra kaptana haber verdi.

Bir insan gözünüzün önünde intihar ediyor ve kimse kılını kıpırdatmıyor, kimse oralı değil. Kimse darılmasın ama ortalama bir İstanbul insanına 'insan' demek gerçekten çok zor. Tüm genellemeler yanlıştır bu bile klişesine takılmak istemiyorum ama o motorlara binenler gayet senin gibi benim gibi insanlar...

Ankara’ya “gri memur şehri” diyenleri düşünüyorum, şu an Levent’te 21. kattan Kağıthane/Seyrantepe tarafına bakıyorum (keşke elimde foto makinem olsa) ve gülüyorum (inanır mısınız gökkuşağının tüm renklerini birden görüyorum!). İstanbul’da 7 yıldır biriktirdiğim tüm sıkıntıları, karşılaştığım tüm odun insanları düşünüyorum ve “o gri memur şehrinin memur insanlarına kurban olayım” diyorum. Gerçekten hiçbir boğaz manzarası buna değmez...

P.S 1: Güle güle git, güle güle gel Aykan’ım...

P.S 2: Huzur içinde uyu Kerrigan...